Sevgi Körlüğü

"Herkes bencil."
"Herkes kendini düşünüyor."
"Kimse için özel olamayacağım."
"Herkesin bir çıkarı var, kimse beni koşulsuz sevmeyecek."
Kimse kimseye gerçekten değer vermez."
Eğer ilişkilere dair aklınızdan yukarıdakilere benzer düşünceler geçiyorsa, sevginin varlığına dair bir öğrenilmiş çaresizlik içerisinde olduğunuz söylenebilir.
Çocukluğumuzda neyin eksikliğini çektiysek, yetişkinlik hayatımızda da kendimizi, bu eksiklikle baş etmeye çalışır bir halde buluruz. Ancak bu baş etme biçimlerinde kimi zaman bir terslik söz konusudur.
Öyle ki, eksikliğini çektiğimiz her ne varsa, bu eksikliği kapatma konusunda kendi kendimizi engelleme eğiliminde olabilmekteyiz.
Örneğin, bebeklik ve çocukluk döneminde annesiyle gerekli bağlanmayı sağlayamamış bir kişi, bağlanma ihtiyacı içerisinde bir hayat sürer, ancak bu ihtiyacını doğru kaynaklardan karşılama konusunda yetersizdir. Yakın ilişkilerden kaçınır ve kendisini bağlanma sağlayabileceği alanlardan mahrum bırakır. Çünkü çocukluktan bu yana öğrendiği dünyada bağlanma diye bir şey yoktur.
Benzer şekilde, erken çocukluk döneminde yeterli sevgiyi ve ilgiyi alamayan bir kişi, çoğu zaman kendisinden bile habersiz bir biçimde, hayatı boyunca hep o ulaşamadığı sevgiyi ve ilgiyi arar. Ancak sevginin varlığı kendisine yabancıdır, bu yüzden hangisi gerçek sevgi, hangisi değil ayırt edemez.
Ve sonuç olarak "kimse kimseyi gerçekten sevemez" inancına tutunur ve kendisini belki de oldukça yakınlarında olan bir sevgiden mahrum bırakır.
Bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik. Çocukken arayıp da bulamadığımız her ne varsa, o aradığımız şeyin dünyadaki varlığından şüphe ederiz. Yokluğuna inanmak bir anlamda rahatlatıcıdır.
Çünkü gerçek sevgi varsa eğer, bizim bunu neden hiç alamamış olduğumuzu sorgulamak acı verir.
O yüzden zihin kendisini korumaya alır ve sıkıntısını genellemeye başlar, yaşadığı yokluğu dünyanın bir gerçeği olarak kabul eder.
Peki, sevginin yokluğuna dair bu koşulsuz şartsız kabulün kökenlerinde neler olabilir?
Çocuklukta temel ihtiyaçların karşılanmamış olması, bu durumun başlıca kökenlerindendir. Bebeklikte veya çocukluk dönemimizde, ihtiyaçlarımızı ifade etmek adına kullandığımız yöntemlerin işe yaramaması ve bizim ihtiyaç duyduğumuz şeye bir türlü ulaşamıyor oluşumuz, bu ihtiyacın asla karşılanmayacağına dair bir inanç geliştirmemize sebep olabilmektedir.
Dışlanmaya ve eleştirilmeye karşı hassas bir ebeveynimizin olması da sevgi yoksunluğu geliştirmemizde etken rol oynayabilmektedir. Örneğin, eğer çocukluğumuzda, sevgi ve ilgi eksikliğine aşırı tepki verme eğilimindeysek, eleştiriye ve dışlanmaya tahammül eşiği düşük ebeveynimiz, verdiğimiz aşırı tepkiler sonucunda bizden uzaklaşma isteğine kapılmış ve hatta bize sevgi verme kapasitesini sınırlamış olabilir.
Ebeveyn etkisinin yanında, travmatik yaşantılar da koşulsuz sevginin varlığına inancımızı yitirmemize sebep olabilmektedir. Hayatımızda önemli yeri olan ve bizi sevdiğine inandığımız biri tarafından maruz kaldığımız fiziksel, cinsel ve duygusal istismar buna örnek olarak gösterilebilir.
Travmatik yaşantıların etkisi çoğunlukla mizaç olarak kuşkucu, kırılgan ve soğuk kişilerde, daha yoğun ve uzun sürelidir.
Peki, bu sevgi körlüğü nasıl davranmamıza sebep oluyor?
Sevginin yokluğuna öylesine inanırız ki sevgiyi aramaktan vazgeçeriz. Etrafımızdaki çiftlere bakıp aslında ne kadar samimiyetsiz olduklarını düşünürüz.
Ancak derinlerde bir yerde aradığımız şeyin tam da böyle bir çift olma hali olduğunu hissederiz.
Sevgi alma kapasitemiz ciddi anlamda düşüktür. Bize gösterilen ilgiyi garipseriz. Çoğu zaman iltifatlar karşısında uygun tepkiyi veremeyiz. İnsanların bize yönelik sevgi gösterilerine güvenmeyiz ve her zaman kuşkuyla yaklaşırız.
Sonuç olarak çevremizdeki insanların da sevgi verebilme kapasitelerini sınırlamış oluruz ve kaçınılmaz son: "Bak işte, zaten beni gerçekten sevmediği belliydi, anlamıştım." (!)
Çocukluğumuzda öğrendiğimiz dünyanın dışına çıkmama çabasıyla, sevginin yokluğunu bilinçsizce kendimize kanıtlama çabası içerisindeyizdir.
Soğuk eşler seçeriz, ihtiyaçlarımızı dile getirmeyiz, yakın ilişkilerden kaçınırız veya hepsinin zıttı olarak sevgi ve ilgi talebinde ısrarcı davranıp insanların bizden koşar adım uzaklaşmasına sebep oluruz.
Doğum günleri, sevgililer günü vs. gibi özel günlerin unutulması bizim için hiç problem değildir, çünkü zaten kimse bu özel günlerde hatırlayacak kadar sevmemiştir bizi.
Ve hatta tam da böylesi özel günleri unutacak kişiler bize oldukça cazip gelir.
Sevgiye inanabilmek için ihtiyaç duyduğumuz kriterler oldukça yüksektir. "Tamam artık bu beni gerçekten seviyor." diyebilmemiz oldukça zordur.
Bu kriterleri karşılamaya gönüllü bir kimse karşımıza çıkmakdıkça da "Zaten hayatta öyle bir sevgi yok." inancına kapılıp gideriz. Standartlarımızın ne derece ulaşılabilir olduğunu ise asla değerlendirmeyiz.
Peki, diyelim ki kendimizde bir sevgi yoksunluğu olduğunu fark ettik. Neler yapabiliriz?
Bütün insanların bencil olduğuna dair topladığımız kanıtları bir gözden geçirebiliriz. Bu kanıtlar ne kadar geçerli ve bu kanıtlar, bütün bir dünyaya genelleyebileceğimiz sayıda mı?
En çok hangi ihtiyacı reddettiğimize ve küçümsediğimize bakarak, aslında en çok neyden mahrum bırakıldığımızı ve neyi telafi etmemiz gerektiğini öğrenebiliriz.
Her ne kadar soğuk ve mesafeli kişiler bize cazip gelse de bunun zihnimizin inancımızı kanıtlamak üzere oynadığı bir oyun olduğunu düşünebilir ve daha şefkatli eşler seçmeye çabalayabiliriz.
Biz dile getirmediğimiz sürece karşımızdaki kişinin neye ihtiyacımız olduğunu analiz edip, bir de bu ihtiyacı tam da bizim istediğimiz şekilde karşılamasını beklemek kimi zaman imkansıza yakın olabilmektedir. Neyin eksikliğini çekiyorsak, bunu daha doğrudan bir dille ifade etmekte fayda var.
Biliyorum ki hayal kırıklıklarına ve incinmelere karşı hassas bir yapıdayız. Ancak her hayal kırıklığını, her incinmeyi "tamam artık bu sondu, bir daha asla kimseye güvenemem" tepkisiyle karşılamak ne kadar sağlıklı, ne kadar işlevsel? Aynı sonuçla karşılaştığımız bir kaç olay yaşamış olabiliriz. Ancak bu olaylar ve bu kişiler yüzünden diğer herkesin "iyi bir insan" olma potansiyelini sıfırlamamız ne kadar gerçekçi? Genellemeleri en aza indirmekte fayda var.
Beklentilerimizin, kriterlerimizin çok yüksek olabileceğinden bahsettik. Belki de biraz "ya hep ya hiç" mantığından sıyrılarak bize verilen sevginin ve ilginin, miktarı fark etmeksizin tadını çıkarmaya bakabiliriz. Bizim sevgiyi alabilme kapasitemiz arttıkça, etrafımızdaki kişilerin de bize verdikleri sevginin ve ilginin kapasitesi artacaktır. Belki de buna biraz zaman tanımamız gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki kırıntılar biriktikçe büyük parçalara dönüşmektedir.
Kendimize başlangıç noktası olarak sosyal ilişkilerimizi seçebiliriz. İlk olarak bir gözlemleyelim, sosyal ilişkilerimizde nasılız, nasıl olmayı istiyoruz, istediklerimize ulaşma yolunda kendimizi nasıl engelliyoruz? Bu alanda adım atmak ve riske girmek bizim için daha kolay olacaktır. Sonrasında rotayı romantik ilişkilerimize çevirebiliriz.
Asla karşılanmayacağı korkusuyla ihtiyaçlarımızı yok saymak, "Aslında çok da istemiyorum." "Çok da önemli değil." "Olmasa da olur." gibi cümlelerin arkasına saklanmak çok sık kapıldığımız bir yanılsama, bir kendini kandırma telaşıdır.
Belki de artık, hayal kırıklığı yaşama pahasına da olsa, biraz cesaretle ihtiyaçlarımızın varlığını kabullenme zamanıdır.
Bir sonraki yazı "Ayrılamama Sorunsalı"